28 Haziran 2012 Perşembe

Özgürlük parkı - Çocuk Tiyatrosu

Merhaba,

Evvet bu sene de fire vermeden Özgürlük parkı sefamızı bitirdik. Ada kız kah babasıyla kah benimle tüm oyunları seyretti. Mutluyuz, gururluyuz.


Yeni bir park alanı yapılmış Özgürlük parkına. Parkı güncel tutmalarına bayılıyorum. Tüm bu çalışmalar için Kadıköy Belediye sine çok teşekkür ederim.

Yeni park ta kum var, değişik salıncak çeşitleri var. Resmini çekmeyi unuttuğum ''sosis'' şeklinde ki salıncak ta ise ne boş bir  an var nede sessizlik Hep  çığlık ve kahkalar. Keyifli..



Ada kız ın pek anlaşamadığı arkadaşı Nehir. Büyükbabası ile geliyor parka. 


Kızıma yeni ciciler, kendi beğendi. Annesi de aldı oh..


Çıta auntie ( teyze) ve Ada Karal tırmanmaya çalışıyor.


Nihayet çıktı. Bu salıncak kendi çevresinde dönüyor. Kızların kahkaları eksik olmuyor. Kikirdeyip duruyorlar.



Önce cafe den alınan tost lar bitiyor, sonta patlamış mısır yeniyor sonra su muhabbeti ve dansss...


Keyfler bol. Her çalan müzikde kalkıp kıvırıyorlar.


Sahnenin görünüşü. Bu seneki tema Deprem di. Palyaço abi soruyor; Evde anneniz babanızla toplantı yaptınız mı, cevap dürüstçe geliyor; hayııııııırrrrr...




Bizim parka bir ressam geliyor. Ada kız mest. Dükkanda bunu görünce ressam abinin yanında kızım da sanatsal çalışma yapar dedim ve aldım Ama dayanamadı evde yaptı. Boyaların üstünde numara var, resimde de. Ada kız özgür boyamayı seçti tabi.



Bayıldılar bu salıncağa.



Bide kovaları taşıyoruz, kumla oynayacaklar diye.
Canları sağolsun.
Genelde treni kullandık gidip gelirken. Feneryolu nda inmek daha mantıklı.

Son akşam Canan, Yasemin ve ben, çocuklar 17 otobüsü ile döndük. Dışarısı 29 içerisi 17 dereceydi.
Çok keyifli, gülerek, şenşakrak bir dönüş yolculuğu gerçekleştirdik. İyiki varsınız.

30 Haziran dan itibaren de büyükler için tiyatrolar var. Kaçırmayın derim. İlk akşam Ali Poyrazoğlu var.

Menümü, bu kadar gezince makarna ve sos tabi.
Nohut mayalı ekmeği bidaha denedim. Bu sefer de sert oldu. Ben yiyebiliyorum ama Cem ıh..ıh..
Denemelere devam edeceğim efem.

Kalın sağlıcakla.
Gezerek anne Çiğdem

26 Haziran 2012 Salı

Pilates Eğitmenlik Sertifikası - Istanbul

Merhaba,

Nihayet iki haftalık '' pilates'' maratonu bitti.
Bakalım alabilecekmiyim sertifikayı.

İlgilienenler için link; http://www.turkcimfed.gov.tr/tr2/index.php

Yaklaşık 6 ayda bir açılan bir kurs bu ve katılanların çoğu ya bu mesleği icra edenler yada spor akademisi, yeni adı, veya BESYO ( Beden eğitimi spor yüksek okulu) dan gelenler. Yaş ortalaması da 25 diyelim. Evet dostlar ben yaşlı kaldım, yaşlı.

İlk hafta tamamen teorik geçti. Uzun zamandır bütüngün oturmayan ben öyle sıkıldım ki anlatamam. Çok da şikayet etmemeye çalıştım çünkü biliyordum ki bir sonraki hafta uygulama olacak ve oturduğum saatleri arayacağım.

Teorik hafta mükemmeel ama ''zip'' lenmiş bilgiler alarak geçti ve hiçbir eğitimcinin bize kötü not vermeye niyeti yoktu. Vermediler de sağolsunlar. Evet sınav yaptılar ama sorular güle oynaya, tartışa, konuşa birlikte cevaplandı. Notlar ona 100, buna 90 olarak havalarda uçuştu. Tekrar reşekkür ederim.




İlginç bilgiler aldık. Mesela Nedim Kurtiç bey, Sporcu Sağlığı adlı bir ders verdi bize. Kendisi 6 ay burada 6 ay Çin-Gulin City China da yaşıyormuş. Bize öyle hikayeler anlattı ki ağzımız açık dinledik. Ayağımızın altında bize sağlığımıza ışık tutan birçok ipucu olduğunu öğretti, tahtaya kocaman iki ayak resmi çizdi mesela.

Troid, kaslarımız ve daha neler neler.  Bu derslerin tümünde Canan Karatay ın kitabının bahsinin geçmesi, kitaptaki bilgilerin doğruluğunun birçok uzman tarafından onaylanması da beni ayrıca mutlu etti.


Samimi bulduklarim, sevgili pozitif Gönül ve dünya tatlısı Mehtap. Başarılar dilerim. Umarım hepimiz sertifikayı alırız. Alamazsak telafisi var. Yine, yeniden..

Spor ve Beslenme dersine de Olcay Saydam girdi mesela. Daha dersin başından özür diledi, çocuklar maalesef size hiçbirşey yemeyin diyeceğim. Gıda sektörüne güvenmeyin dedi. Bol bol bilgi paylaştı ve bizi çok güldürdü sağolsun.

Bir de güzel bir limonata tarifi verdi. Buyrun;

3 Limonun kabuğunu  rendele, şeker  ve, bir şişenin dibine koy ve iki gün dinlendir sonra üstüne bir litre kadar su, ve üç limon suyu ve taze zencefil rendele. Zencefil i abartma acı olur. ( tırnağınızın ucu kadar) Üstüne nane yaprakları ile süsleyerek koy ve iç. Afiyet olsun.

Tarhana çorbası çok kıymetli bir çorbadır ama güneşte kurutulmamalı, öyle olursa içinde ki tüm A vitamini uçar dedi.

York testini güvenilir bulmamı sağladı, ve çocuklar için yapılan bir önemli testten bizi haberdar etti. Nutrogenetik. Yanak florasından hücre alınarak mesela çocugun 35 yaşında şeker hastalığına yakalanabileceği söyleniyor ve anne baba, çocuk el ele vererek hastalığın vücuda zarar vermeden geçmesi sağlanabiliyor. Kanser vakaları hakkında bilgi verilmiyormuş ama.

Hemen defterinize bir çöp adam çizin ve sağ tarafa baba, sol tarafa anne tarafınızı yazın ve sonra onların hastalıklarını yazın dedi. Bir hastalık iki taraftada varsa o hsatalıkla ilgili tetkiklerinizi yaptırın dedi, çok güzel bir çalışma bence. Bayıldım. 

Olcay hanım Karatay ı okumamaş ve kitaplarına ''diyet'' kitabı olarak bakıyor. Epeyi bir uğraştım ama nuh dedi peygamber demedi. Okumasını sağlayacağım. Söyledikleri birbirini tutuyor ama kitabı okumadığı için haberi yok çünkü.

Bir sonra ki ders gelen Canan Albayrak; Spor Fizyolojisi ve Spor Anatomisi öğretmeni, Sapanca da Olcay hanım ın evine gidince önceden karnını doyurup gittiğinden bahsetti çünkü; Olcay hanım ( çok eski dostlar ve birbirlerini seviyorlar) çayın yanına iki kuru kayısı ve ceviz çıkarıyormuş sadece. Çok güldük.

Canan hanım ın dersinde de kasları ve işlevlerini öğrendik. Zaman kısa ön bilgi edindik diyelim.
Keşke bu dersleri aldıktan sonra geçen senelerde Istanbul Modern de açılan ''the body world'' e gidebilseydim.

Canan hanım ın dersinde Latince yi merak ettim. Tüm kas isimleri latince çünkü litaratürde.

Beceri Öğrenimi ve Spor Psikolojisi dersine gelen ilk tanıştığımız öğretmen Sn. Hakan Kolayiş de en gençleri ve en sakinleriydi. Derin bilgisi ama mütevaziliği etkileyiciydi.

Bu organizasyonu, öğretim görevlilerini ayarlayan Gülten Hergüner, kardeşi Yetenek Seçimi ve ilkeleri, Psikomotor Gelişim derslerine giren Çetin Yaman da çek değerli bilgiler aktardılar bize.

En esprili ve ilginç kişilik ise Antronörlük Bilgisi veren Gazenfer Gül dü. Kocaeli Üniversitesinden. Siz halter e girmesseniz, halter size girer dedi ve kızların hepsinin sinirini bozdu. Bana yaşlı moruk, kimine cılız, kimine şişko dedi. Ama beni rahatsız etmedi. İyi bir antrönere benziyordu, kendini ve yeteneklerini iyi sattı.



Hepsi çok şekerlerdi. kendilerine ve Sakarya Üniversitesine çok ama çok teşekkürler.

Ikinci hafta ise ilk gün 09,00 ve akşam 18,00 pilates le geçti. Akşam yattığım yeri bilemedim, ertesi gün kursu bırakmayı düşündüm ama gittiğimde elde n ele dolaşan dorsilon ve majezikler moralimi yükseltti ve devam dedim. İyiki demişim benim gibi spor ve hareket seven biri için mükemmeldi. Amma kafa genç kalsa da vücut yaşlanmış o ayrı. Ama yine de performansım iyiydi.

Maltepe de oturan Elif ve Halkalı da oturan ve onda kalan Neşe ile gittik geldik hergün. Onlar kesin aldılar sertifikayı çünkü çok iyilerdi. Darısı başıma. Teşekkürler Neşe ve Elif. 

Reformer denen bir aletin birinci seviyesinide  öğrendik. Mat hareketlerinden se bu makinada zannımca daha iyiydim.

 aletli pilates
resim kaynak;  http://blog.focusstudiotr.com/matwork-ve-reformer-dersleri-arasinda-ne-fark-vardir
  Bööle bir alet. Debelenip durduk üstünde. Kurs bitti evdeki rutin sporuma ara verdim. Ayaklarımın altı sızlıyor çünkü.

Imtihan için tüm hareketleri ezberlememiz gerekiyordu. Kurs boyunca tam olarak hiç hatırlayamadım.Amma dün gece teklemeden hepsini hatırladım iyimi.

Bu kısımda ki değerli eğitmenizin adı İbrahim Gürbüz. Bal şeker, insan ilişkileri çok iyi olan. İşini özümsemiş, sevmiş bir bey. Sağolsun, ne kimseyi ezdi, ne kimseyle dalga geçti. Varolsun. Çok yaşasın.


Bu da böyle bir tecrübeydi geçti gitti.
Ohh diyip normal ev hayatıma şükrederek döndüm. Kızımı da bir özlemişim ki. Hoşgeldim.

Bitmiş anne Çiğdem



17 Haziran 2012 Pazar

Zenne

Merhaba,

Hayat yoğun bir biçimde devam ediyor.
Pilates kursunda yoğun bir ''teorik ders'' haftası bitti.
Sıcak odada oturmaktan hepimiz yorulduk. Haftaya da hareket etmekten, ağrımayan kasımız kalmayacak herhalde.

Çok güzel arkadaşlıklar oluşuyor aramızda, öğretmenler harika ve hergün yeni bir sürü bilgi öğreniyorum. Çoğu uçup gidiyor ama sertifikayı alsam da almasamda, internette araştırmalar yaparak ve yeni kitaplar okuyarak  bilgilerimi ilerleteceğim.

Bu arada Pilates Federasyonu ile Cimnastik Federasyonu arasında ki kavgalar devam ediyor. Bakalım kim galip çıkacak bakalım bizim sertifikalar mı yoksa onların verdiği sertifikalar mı geçerli olacak. Hayda bre.

Latince çok hoşuma gitti.

Birsürü olay oluyor ama yazacak vakit yok. Arada ''Zenne '' adlı Türk filmini seyrettik, ondan biraz bahsedeyim.

Direktör: ,
Oyuncular: , , , , ,
Tür:

 

Bana göre çok ilginç ve hayatın içinden güzel bir film Zenne. Renkler, estetik, konu kadın gibi davranan bir erkek  olsa da muhteşem. Hiç göze batan birşey yok. Zenne rolünü oynayan oyuncu mükemmel. Hikaye çok dramatik ve görmezden geldiğimiz konulara parmak basıyor.

Gay lerin askere alınması hikayesi o kadar çıplak ve yalın işlenmiş ve seyirciye anlatılmışki bayıldım.
Bir replik te, herhalde TSK elinde bir porno arşivi vardır cümlesi maalesef güldürüyor. Olayın saçmalığı görsel boyut kazanıyor. Sonra empati yapınca da kahroluyor insan.

Anne sevgisi hem geleneklere bağlı hem damardan anne rolleri ile çok güzel anlatılmış. Çaresizlik perdeye çok güzel aksetmiş.

Çok değişik ve izlenmesi gereken, bizi bize tanıtan bir film. Mutlaka seyredin derim.

Filmin hikayesi maalesef gerçek bir olaydan alınmış.

Kalın sağlıcakla
Yorgun anne Çiğdem






15 Haziran 2012 Cuma

Kartal Cimnastik Federasyonu ve Pilates Sertifikası, Kadıkoy macerası v.s

Merhaba,

Yaz geldi bizim kız antibiyotiklik oldu. Dun gece saat 02,00 de kulagim ağrıyor dedi bu sabah hemen Gökmen bey e gittik ve müjde sol kulak şişmiş, ( kulak enfeksiyonu)  antibiyotik. Bu Pilates kursu olmasaydı ben kızımın burnuınu açar ve antibiyotiksiz iyileştirebilirdim ama bu kurs ve Ada kız ın nezlesi ters zamana geldi. Aksi gibi yuvada da antibiyotik vermiyorlar. Neyse bakacağız bir çaresine.

Bütün kış hasta etme Yaz ın neyse, Yasemin e selam yola devam.

Allah daha beterinden korusun. Amin.


Kuzen oğlu Poyraz ve Ada mutlu bir anlarında. Niye gittiler diye soruyor Ada. Kızım onlar başka bir ilde yaşıyorlar. Malatya da. Aaa sende orada doğdun değil mi anne. Evet kızım.


Pilates kursundan bir an, bu hafta teorik. Haftaya canımızı çıkaracaklar ve kızım yuvada offff. Çalışan annelere buradan Allah kolaylık versin diyorum. Sınıfta önce ön sıralardaydım fakat sıcak bir yandan, sınıfın ışıkları biryandan, tepegöz derken dayanamadım ve arkaya geçtim. Ohhh duvarlarda soğuk.



Dün akşam çok önceden ayarlanmış bir kız akşamımız vardı. Tren ile gittim Kadıköy e ve Haydarpaşa' dan Kadıköy ün görünümü hoşuma gitti.  Bir iki kare alıverdim. Taksi durağına gidip kısa mesafe alırmısınız dedim, suratsız bir şekilde olur dediler ama sonra taksici verdi veriştirdi. Ben de uğraşmayayım diye kusura bakmayın dedim. Sordum ulan binmeden hayır desenize demedim. Sonra iyi huyluluğumdan utanmış olsa gerek, belki şuradan kıyak bir müşteri alırım,kısmet abla, üzülme dedi. Ne diim.


En geç giden bendim, masanın hali bööledi. Tırtıklamış kediler.
Allahtan sohbet koyu da ben de sebeplendim.


Billur u özlemişim. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Neyse bundan böyle daha sık inşallah.
O benim arkadaşım, banane yaşananlardan.


Alev de götürüyor. Ohh..

 Kadıköy ün hali.



Gecenin bir yarısı gelin ve damat geçti, yanda poz veren çocuğun onlarla hiçbir ilgisi yok :-)
Gelin dağılmış yalnız.

Neşeli Alev kızımız.

Gece 02,00 de eve geldim ve kız uyanıp kulağım ağrıyor diyince, ulan kırkyıldabir be yawww dedim.

Kalın sağlıcakla.
Argo anne Çiğdem

13 Haziran 2012 Çarşamba

İpek Hanım Çiftliğinden gelen ürpertici yazı.

Merhaba,

Bu akşam Ada yı aldık yuva dan birlikte. Cem, haydi biraz dolanalım dedi Pendik te. Karnimiz ac tabi. Dışarıda yesek dedi, hiç canım istemedi. Niye mi; buyrun;

Her bakış açısına açığımdır, her konunun mutlaka bir alternatifi vardır derim ama bu yiyecek konusu öyle suistimale açık bir konu ki.

Offf.of. Biliyorum içiniz kararacak benim gibi ama paylaşmalıyım. Pinar hanimin yazdiklarina kulan verin lütfen;


Nişantaşı City's'te çok konuştuk geçen hafta. Çok sohbet ettik, çok sarıldık, çok gülüştük, çok dedikodu yaptık. :) Yazacağım diyordum konuştuklarımızı bu hafta. Aklımda kaldığı kadarıyla toparlayayım burada. :) 
Çiftliğin üretim yöntemleri hakkında sorular geldi. Hani tarımın hangi tohumlarla, hangi koşullarda yapıldığı değil de ne ölçekte, nasıl bir planda yapıldığı ile ilgili... Bu denli çok ürünün ekim - dikim planlaması, takibi... ''Hepsine nasıl yetişiyorsunuz?'' gibi bir soru geldi mesela. 
Hepsine yetişiyoruz. :) Hatta fazlasına da yetişiyoruz. Ekipman ve çalışan sayımız cidden fazla. Ekim - dikim yapılan araziler de bir o kadar büyük. Hani görgüsüzce rakamlara vurmak gerekir mi bilmem ama size giden ürünlerin bir o kadarı da Nazilli'de, çiftlikte satılıyor. Hatta ufak tefek butik oteller, cafe'ler, pastaneler ve birkaç da anaokulu var müşterilerimiz arasında. Planlı çalışılan dört büyük mutfak; ürünleri tartma, paketleme, kolileme işlerinde çalışan 75 maaşlı, sigortalı kadınımız var. Sebzelerin - sadece sebzelerin - yetiştiği alan 400 dekarın biraz üzerinde. Bu araziler oğlum Can'a ve kızım İpek'e ait. 3 traktör, 27 inek, dikim ve hasat zamanları gelen 40 tane de çapacımız var. Portakal, mandalina, nar, zeytin kestane ve incir üretimimiz talebin hayli üzerinde. Kolilerden çıkan kağıtlarda zaman zaman sebzeler için ''yetmedi'' notları görüp kızıyorsunuz, biliyorum. :) Bu ürünler ise fazlasıyla yetiyor, hatta artanı tüccarlara satılıyor. 
''Dışarıdan aldığınız ürünler var mı?'' sorusu geldi. Alıyoruz elbette. :) Listede, açıklamalarında da belirtilen pirinç, şeker, tuz gibi birkaç ürün haliyle benim üretimim değil. Bununla birlikte toplaması bizi çok meşgul edecek yabani otları kendimiz toplamıyoruz. Belli bir prim sistemi ile çalışanların annelerine, kardeşlerine, çocuklarına falan toplatıyoruz. En çok da bu sayede para giriyor zaten çalışanların evlerine. Kekik, Yabani Nane, Çam Sakızı, Çam Kozalağı, kapalı halde Künhar, Dağ Çayı, Hatmi, Altın Otu, Papatya, Isırgan, Ebegümeci, Eneç, Taze Kişniş, Hardal Otu, Biberiye Çalısı, Narpuz, Böğürtlen, Yaban Mersini, Kızılcık, Kuşburnu... Bunlar öyle tarlalara ekilip dikilen, hasat edilen şeyler değildir. Doğada kendiliğinden yetişir, birileri toplar, toplayana ait olur. :) Organiği, ekolojiği falan da olmaz bu tip şeylerin. İstanbul'da pek çok yer bu pazarlama stratejisini uyguluyor. ''Organik Adaçayı Geldi!''. Organik olmayanı yok ki bunun..? Hormonla yetişen, tohum atılan bir şey değil... Önemli olan tek şey toplandığı yerdir. Benim listemdeki bu ürünlerin toplanma alanları 1300 rakım'ın üzerinde. Araç yolu falan olmayan, pırıl pırıl alanlar... Araç yolunu bırakın hatta, kurşun, kuş bile uçmuyor. Şu dönemlerde çiftliğe gelip yaylaya çıkanlar gayet iyi anladı ne demek istediğimi. :)
''Herbisit ilaçlar'' hakkında konuştuk biraz. Ot öldürücü ilaçlar yani... Ben bunları hiç kullanmadım. Hiçbir zaman da kullanmayacağım. Bunun yerine kırk kişilik bir çapacı grubunu bugün bu tarlada, yarın şu tarlada çalıştırmak sanırım koca Ege'de sadece benim uyguladığım bir yöntem. Yabani otlar sadece ve sadece insan gücü ile sökülüyor. Gerçek bir zehir olan herbisitleri Ege'de kullanmayan tek üretici olabilirim. Adım gibi eminim hatta, öyleyim. Kimse ama kimse ot öldürücü atmadan dikim yapmıyor. Onca çapacının yevmiyesini göze alacak, sizin için ödeyecek tek bir çiftçi ile tanışmadım bugüne kadar. Çünkü yok. En ufak köyde, beş metrekarelik minicik bahçeciklerde bile yok.
Bunu bildiğim için köylüler ile güven ilişkimi sınırlı tuttum hep. Birkaç çiftçi ile anlaşıp kendi arazilerinde, benim kontrolümde, benim için dikim yapmaları iyi olabilir diye düşündüğüm de oldu. Yapmadım. Yine adım gibi biliyorum, illa ki sokarlardı herbisitleri. İpek Hanım Çiftliği'nin adını pırıl pırıl getirdim bugüne kadar. Öyle de sürdürmeye kararlıyım. Ekim - dikimler sadece bize ait arazilerimizde, bizim tohumlarımız, fidanlarımız ile bizim maaşlı çalışanlarımız tarafından yapılıyor. Herhangi bir çiftçi ile ortaklığım söz konusu değil. 
''Yeni müşteri kabulleri devam ediyor mu?'' diye soran birkaç kişi oldu. Kısmen evet, kısmen hayır... Sınırlı sayıda yeni müşteri kabul edebiliyorum bir süredir. Böyle de devam edecek gibi... Sizin eşiniz - dostunuz, akrabanız, arkadaşlarınızdan ileriye açılmamak en mantıklısı. Gerçek, hilesiz tarım ürünlerine ihtiyaç duyan annelerden, hastalardan ya da... Moda tabiri ile ''kantiteyi'' değil, hizmet kalitesini arttırmak istiyorum. 
Bizde olmayan, ancak almak istediğiniz bazı ürünler var. Bu konuda bir tavsiyem olup olmadığını sordunuz. Aylardır bu konuyu düşünüyorum desem yeridir. İnanın öyle bir pozisyondayım ki; bildiğimi, gördüğümü anlatmaktan çekinir hale geldim. Hangi birinden anlatmaya başlasam bilemiyorum. 
Benim Anadolu köylüsü ile ilk ciddi ilişkim Şirince'de olmuştu. Tarih 1997 ya da 1998... İstanbul'dan ayrılma kararı aldığımda, gidip Şirince'de bir Rum evi satın almıştım. Restorasyona başladık, sürekli gidip geliyoruz, komşularla falan tanışıyoruz... Hepsinin önünde bir tezgah var. Ev şarabı, hediyelik ürünler falan satıyorlar. Bir sabah kadastro görevlileri mi ne gelecekti, erkenden orada olmam gerekti. Sabahın köründe köy meydanına gidince bir de baktım bir tanker var orada. Herkes, elinde Coca Cola şişeleri, tankerin yanına gidip doldurtuyor. Olayı uzaktan görünce İstanbul'a alışık kafam ''Belediye su dağıtıyor herhalde...'' dedi. Sonra yaklaştım, baktım; bulanık, pembe renkli bir şey doluyor şişelere. ''Aa bu ne ya?'' dedim Şirince'deki arkadaşıma. ''......... Şarap Fabrikası'nın tankeri'' dedi. ''Haftada iki gün gelir, ev şarabı diye sattıkları şişeleri doldurur. Bu şarabın fabrika atığı, bozulmuşu da geliyor arada bir; o da ev sirkesi diye satılıyor.''. Şaşkınlıkla dinlerken o tezgahlarda satılan el yapımı bebeklerin, dantellerin, yün çorapların, patiklerin falan da Konya'daki bir toptancının getirdiğini öğrendim. 
Zeytinyağları? O da tankerle geliyordu. Karışım diyorlar adına. Pamuk ve kanola yağı ile karıştırılmış, sıkım sırasında sıcaklığı yükseltilerek öldürülmüş bir zeytinyağı idi tankerden akan. Coca Cola şişesine girip evlerin önünde, yol kenarlarında satılan her şey ''Köy Ürünü'' oluveriyor birden. Yumurta tavuk kakasına bulanınca köy yumurtası oluveriyor ya da... 
O zamanlar sadece hayretler içinde dinlediğim bu tuhaf işleri, geçen yıllar boyunca bizzat yakından gördüm. Bu düzenin misli misli hile karışmış haline şahit oldum, bu işin ''profesörlerini'' çooook yakından izledim. Ege'nin ilçe pazarlarında bile, pazara çıkan malların %95'inin sebze - meyve hallerinden geldiğini, kalan %5'inin de köylülerin ''Aman böcek, sinek yemesin'' diye zırıl zırıl ilaç boca edip yetiştirdiği ürünler olduğunu biliyorum artık. 
Tavsiye edebileceğim şey ne olabilir..? Organik pazarlar olmadığı kesin. Doğalcıyız, Yerelciyiz, Organikçiyiz diye her yeni gün onar - on beşer tane artan, üç saatte kurulmuş internet siteleri de değil. Belki ''iyi tarım uygulamaları'' olabilir önerebileceğim şey. Bildiğim kadarıyla pek çok Migros mağazasında böyle bir bölüm var. Kurumsal kimliklerinin ciddiyetine güvenerek, nispeten, olumlu bir görüşüm var bu reyonlar için. 
''Siz gerçek misiniz?'' diye bir soru geldi ki, soruyu soranla bir süre bakıştık, sonra ikimiz de gülme krizine girdik. :) Benden nefret eden ''organik pazarcılar'' böyle bir dedikodu çıkarmış çıkara çıkara... Pınar Kaftancıoğlu diye biri hiç yokmuş. Ya da olsa olsa İstanbul'da yaşayan bir pazarlama uzmanı imiş. Nazilli'de kurulu bir çiftlik de yokmuş. Ne orada yaşayan varmış, ne çalışan... 
Pes! :) 
1998'den beri buralarda, 2000'den beri de Nazilli'deyim. Kendime izin verdiğim Cumartesi günleri var burada olmadığım, bir de kırk yılda bir Kuşadası'na, torunumu ziyarete gittiğim günler... Kalan zamanda çiftlikten ayrıldığımı gören olmamıştır sanıyorum. Kızım, İpek; İsabeyli'de, Yüzyıl Bezci Koleji'nde okuyor. Ben de ipekhanim.com 'un iletişim bölümünde detaylı haritasını bulabileceğiniz, Ocaklı Köyü'nün tam ortasındaki çiftliğimde, bir tek gece bile dışarıda kalmaksızın bilfiil yaşıyorum. Varım yani! :) Bu saçmalıkların envai çeşidini duydum bu güne kadar ama bu, iyice aşmış. :)
''Biz şöyle bir gittik, baktık, kapılarında Antalya Hali'nden gelen kamyonlar mal indiriyorlardı'' gibi dedikodular da dönüyor internette zaman zaman. Sağolsunlar; organikçi, doğalcı, yerelci, bilmem neci internet siteleri en büyük rakipleri bellediler beni. Boş durmuyorlar hiç. Boş durmuyorlar da... ''Acaba'' diyorum, ''on yaşındaki çocuğun bile elinde fotoğraf çeken bir cep telefonu var artık, bunların elinde yok muymuş da bir fotoğraf çekselermiş, biz de görseymişiz?''. Hayal gören pek sevgili bu arkadaşların mutlaka bir doktora görünmelerini önerebilirim en fazla... :)
''Salçalar çiğden mi yoksa kaynatılarak mı yapılıyor?''. Bu da gelen sorulardan biriydi. Domatesler doğranıyor, kazanda kaynıyor, sonra kevgirlerde sıkılıyor. Çıkan püre tuzlanıyor, paslanmaz tepsilerde damlara kuruluyor. Güneş altında karıştırıla karıştırıla günleniyorlar. Anadolu'nun en ücra köyünde, bakkallarda dahi satılan ''salça tozu'' denen sentetik kimyasal asla kullanılmıyor. Adı ''Salça Tozu'' olduğu için masum duran bu acayip şey, aslında tüketiciler yüzünden bu kadar revaçta... Siz, ''salça çok tuzlu'' diye şikayet ederseniz, gıda endüstrisi de bu katkı maddesini kullanır. Böylece tuzsuz salçaya ulaşmış olursunuz. Ama bunu yıllar boyu tükettikten sonra hastalıklara yakalanıp şikayet etme hakkınız olmaz. 
Benzer durum tuzsuz zeytin talebinde de ortaya çıkıyor. Zeytin acıdır, buruktur. Bu acının çıkarılması için iki şey kullanılır. Tuz ya da kostik. Tuz, masumdur. Olması gerekendir. Zeytinleri akşamdan suya yatırırsınız, çıkar. Eğer akşamdan suya yatırmaya üşenir, tuzsuz zeytin talep ederseniz buyrun: Tuzu az, kostiği çok zeytin karşınızda! Bakkalları bırakın, köyleri dolaşan çerçi arabalarında bile satılıyor kostik. Sabun yapımında da çokça kullanılıyor. Yıllardır tüm Anadolu köylerinde zeytinyağlı sabun; börek pişirilmiş çıkma yağa palmiye yağı, pamuk yağı ve kostik eklenerek üretiliyor. Bunun aksine inanmak saflık maalesef... Kostiksiz kül, kil ve soğuk su ile kestirilen sabunu benden başka yapabileni görmedim. Uğraşacaklarını, becerebileceklerini de sanmıyorum. Sabuna kostiği salıp ''köy sabunu'' diye satmak varken bunu dürüst bir ürün olarak üretmeleri için bir sebepleri olduğunu da... 
''Neden sizde şu anda havuç yok?. 
''Neden çilek yok?''.
''Neden marul gibi gayet basit şeyleri 20 - 30 gün satıp sonra listeden çıkarıyorsunuz?'' soruları... 
Barbunya ya da... Havuç, havaların sıcaklığına göre Ekim - Şubat ayları arasında yetişir sadece. Bitti mi biter... Ama elbette kıştan bol bol sökülüp ilaçlanabilir, soğuk hava depolarına kaldırılabilir ve bu ilaçlı havuçlar tüm sene satılabilir. Şu mevsim satılan tüm havuçların sapsız olmasının nedeni de bu... Havuç benim en fazla beğenilen, en efsanevi ürünüm oldu yıllardır. :) Tadını bilen biliyor. Bitti mi de bitiyor. :) 
Marul... Sinekler ve salyangozlar, marulu acayip sever. Herbisit atılmazsa çok zarar ettirirler. Bu nedenle de hakikaten çok yoğun herbist kullanılır marulda. Benim gibi sıfır ilaç ile, bolca şehit veren bir marul tarlanız varsa yetişmek de biraz zor oluyor haliyle. :) Ara sıra durup beklemek gerekiyor yani... 
Çilek... Pazarcılar bu sene yeni bir laf bulmuş, geldi kulağıma: ''Çilek asla hormon kabul etmez.''. Buna inanan, forumlarda falan paylaşanlara da denk geldim. Bunu söyleyen, inanan, paylaşan herkese sesleniyorum. Yalvarıyorum. Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyun. Bu çileği en fazla yiyenler, çocuklar... Bu günahın altından kalkamazsınız. Lütfen... Annelere de sesleniyorum. Karadut, böğürtlen gibi temiz ürünlerle ikame edin çileği. Yazın yolunuz bir köye düşerse, çilek yetiştiren birilerini görürseniz de sorun, belki vicdanları sızlar, anlatırlar... 
Barbunya... Barbunya Ege'de henüz çıkmadı. Bizim tarlamızda da beş kilo, on kilo falan yeni yeni dökmeye başladı. On beş gün sonra ancak başlanır toplanmaya. Haziran'ın ilk haftasında semt pazarlarından, Ege'den aldığınız tüm barbunyalar Antalya seralarının malıdır. Aksini söyleyen yalan söyler. 
''Mutfak Sanatları Akademisi, City's Nişantaşı falan derken İstanbul'a mı geleceksiniz? Tanıtımlara mı başladınız?''. Bu sorular da geldi. Hayır, gelmeyeceğiz. :) Mutfak Sanatları Akademisi'ndeki buluşma da, City's Nişantaşı'ndaki diyet şenliğine katılmamız da bir tanıtım etkinliği değildi. Sizlerle buluşmak, bir çay içmek, karşılıklı sohbet etmek içindi. MSA'ya sadece biz geldik, City's Nişantaşı'ndaki etkinliğin bir konsepti vardı; haliyle ikramlarımız ve standımız ile orada olmalıydık. Her ikisi de çok ama çok güzel geçti. :) Özellikle City's Nişantaşı'nda, bir ara ciddi ciddi izdiham oldu bizim standın önünde. Bizi tanımayan, sadece yolu oradan geçen hemen herkes büyük bir şaşkınlıkla ''Siz kimsiniz ya?'' diye sordu hayretle. İmza günü var sananlar olmuş... :) Bir gün mail attığınızda ya da telefonla aradığınızda artık yanıt alamazsanız bilin ki nazardan, artık ne olduysa... :) Şaka bir yana Allah nazardan korusun... Biz çok güzel bir şey becerdik. Eşi benzeri olmayan, hala olmayan bir çalışma bu. Karşılığını da sizlerden fazlasıyla aldık. Çok ama çok teşekkür ederim bir kez daha. Ocaklı Köyü'nün ortasında başlayan, komşu dört köyün, dört köyde yaşayan hemen herkesin hayatını değiştiren bu ''şey''; bir devrimdir bana göre. İnşallah taklitlerden, iftiralardan, kötülüklerden tamamen sıyrılır bu yapı. Çakmaları değil, örnekleri çok olsun isteriz. 
Tatile çıkanlara ''iyi tatiller'' dilerim şimdiden. Biz hep Ocaklı'da, çiftliğimizdeyiz. İstanbul - Bodrum yolculuklarınızda falan yolunuzu toplamda bir buçuk saat uzatmayı göze alırsanız, mutlaka ama mutlaka bekleriz. Ben o anda meşgul olsam bile, sizi ağırlayacak pek çok insan var burada. Gelin mutlaka. :) 
Tatil demişken... :) ''Ya Pınar Hanım biz tatile gidiyoruz da ne yiyeceğiz orada otelde?'' diye soranlar da oldu. Tamam, az çok biliyorum da yine de pek öyle otorite sayılabilecek bilgim yok açık büfeler hakkında. :) Araştırayım biraz dedim. Fırsat buldukça takip ettiğim Ekşi Sözlük'te, mesleğinde gördüklerine dayanamayıp açık yüreklilikle anlatan bir aşçının bilgi aktarımı ile karşılaştım. Kahkahalar ile güldüm okuyunca. Tatile çıkacakların kulağına küpe olsun. :)


''Eğer her şey dahil sistemin uygulandığı bir otelde tatil yapacaksanız kulak kabartınız. Aşağıdakileri peşinen kabul etmiş oluyorsunuz. 
Kırmızı et olarak genelde hindi eti kullanırız. Bu da yapısı gereği fazla süner. Ne kadar pişirirseniz pişirin elastiki bir yapısı vardır. Müşteriler genellikle çok az pişmesinden şikayetçidir. 
Balık olarak Alabalık ya da Kuzu Balığı vardır. Kuzu Balığı da tercihen tuzda pişmiş olarak verilir. Aslında tükettiğiniz şey, köpekbalığıdır. Ben hiç kuzu balığı pişirdiğimizi hatırlamıyorum. Tuzda pişirmemizin nedeni, lezzet farklılığını ortadan kaldırmaktır. 
Donmuş balıklarda genelde Sudak ve Kalamar kullanılır. Ahtapot, Ege Bölgesi'nde daha yoğundur. Tabii ki bunları biraya bastırıyoruz. 
Bir gün akşam büfesinde kalan 50 - 60 kg. eti, tabii ki çöpe atmıyoruz. Bu, müsrifliktir. Stajyerlere sosu yıkatıyoruz ve başka bir sos ile bağlayarak ertesi gün büfeye sunuyoruz. Örneğin Demiglace sos ile pişmiş bir yemeğin etlerini alıp Hollandez sos ile tekrar büfeye sunuyoruz. Ama Hollandez sos öyle kolay değildir. Emeğe saygı lütfen... 
Pastane bölümü... Hani bir pastaneye gittiğinizde vitrindeki o devasa boyuttaki tatlıları gördüğünüzde ve fiyatını sorduğunuzda içinizi tuhaf bir sevinç kaplar ya... Eve gittiğinizde tüketirsiniz, tadı da çok lezzetlidir ya hani... 
Ya da her şey dahil sistemini uygulayan bir otele gittiğinizde büfede devasa boyutlarda, krem şanti ile kaplanmış yaş pasta tarzında pastalar karşılar ya sizi. Kime sorsanız ismini bilmediği, herkesin birbirinin yüzüne aval aval baktığı, maşa ile tabağınıza koyarken stajyer çocukların kikirdeyerek sizi izledikleri pastalar vardır ya hani...
Evet evet onlar işte, doğru bildiniz. Biz onlara ''DOYURAN'' deriz.
Bir akşam önceden kalan artıkları çocuklar büfeden toplar, pastanedeki demi chef'ler bu tatlıları bir güzel yoğurur ve akabinde üzerine pralin, damla drop, çırpılmış krema, en sonunda da meyve aromalı krem şanti ekleyerek tekrar büfeye gönderirler. 
Bu durumdan müşteriler şikayetçi değildir çünkü ilk önce biten pastamız bu Doyuran'dır. Hatta takviyesi olmadığından mütevellit, bazı müşteriler şikayet ederler alamadıkları için. 
Pastanelerde bu olay biraz daha hijyeniktir. Eğer sahibi çok iğrenç bir adam değilse sadece vitrindeki pastaları kullanır. 
Kasaphanede işler, bütün gelen parçalara bakar. Genelde köftelerde dana döş ve gerdan kullanılır. Eğer menüde Adana Kebap ya da Urfa Kebap var ise yemeyiniz. Tekrar söylüyorum, her şey dahil sistemin olduğu bir otelde Adana Kebap yemeyiniz. Elinizi bile sürmeyiniz. 
Soğuk bölümünde ise işler çığrından çıkmıştır. Genel olarak, yapılan portör muayenelerinde gaita oranı çok yüksektir. Bunun nedeni, mutfak personelinin hijyeninin yanı sıra mayonez içerikli yiyeceklerin bu bakterilerin gereğinden fazla üremesini sağlamalarıdır. 2000 kişilik bir otelde yapılan rus salatasını, aşçıların elleriyle harmanlamadığını düşünmez birazcık saflıktır. 
Eğer Türk Gecesi var ise ve menüde çiğ köfte de mevcutsa hemen koşa koşa gidip atlamayın. Önce bir düşünün. 1 kg. çiğ köfte 2 saatte yapılıyor. Orada bulunan çiğ köfte en az 20 kg. 'dır. Eğer tam kıvamında olduğunu düşünüyorsanız işler sandığınızdan daha kötüdür. Stajyerler ayaklarına poşet giyer ve büyükçe bir kazanın içinde bir güzel yoğururlar. Kıvamı mükemmel oluyor ama tadını bilmiyorum. Müşteriler iyi olduğunu söylüyor. 
Bütün bunlara karşın büfede hiçbir masraftan kaçınılmaz. Müşterileri aldatmak için bol bol karpuz ve kabak dekoru yaparız. Bir gün saydığımda büfede 20 çeşit yemek olmasına rağmen 50'ye yakın dekor vardı. Önce gözünüzü doyurmak nedir, bunu çok iyi biliriz. 
Patates içeren yemekler bol kalorilidir ve tokluk hissi verirler. Çalıştığım mutfakta en az üç kişiyi patates çuvalının başına dikerim. Sabahtan akşama kadar patates soydururum. Bir öğünde en az üç yemeğim patetes içeriklidir, siz fark etmezsiniz de patates gördüğünüzde saldırıyorsunuz. İçgüdüsel bir şey galiba... 
2000 kişilik bir otelde, sıcak büfede en az 20 kişi çalışması gerekir. Akşamları yemek yediğiniz büfenin önünde bekleyen aşçıların sayısı 4'ü geçmiyorsa ve kılık kıyafetleri temiz ama düzensizse orada işler pek iyi gitmiyor demektir. Ben, mesleğimi saklayarak hemen muhabbete girerim ve sıcak bölümünün yemeklerinin diğer bölümlerden iyi olduğunu söylerim, çok yorulduklarını tahmin ettiğimden bahsederim. Hemen kaç kişi yapar, nasıl yapar, maaş durumu nedir dökülürler. Bu şekilde otel değiştirdiğim çok olmuştur. 
Mümkün olduğunca şov olarak tabir edilen, o anda hazırlanan yemekleri tercih edin. Sıra bekliyorsunuz, biliyorum. Lezzetsiz ama hijyeniktir. 
Pasta tüketecekseniz dilimlenmiş yaş pastalara ağırlık vermeyiniz. Detayına girmeyeceğim, başım belaya girebilir.''

''Hidrofobik Suaygırı'' takma adlı biri yazmış. :) Birazcık düzeltip kısalttım. 

Kalın sağlıcakla.
Endişeli anne Çiğdem



12 Haziran 2012 Salı

Elmalı kurabiye ve diğer olaylar.

Iyi akşamlarrr,

Efendim Pazar günü evdeydik, dinlendik, evsel işleri hallettik. Bu arada Cem, bir kurabiye olsa dedi ve bende dolapta önceden hazırladığım elma içini hatırladım. Daha önce ki haftalarda, baktım ki elmalar yenmiyor, onları rendeledim, ceviz tarcin neyin kattım ve koydum dolaba, buzluğa değil. İşte o elmaları hatırladım ve bu sefer de tarif aramaya başladım.

Lezzet dergisinin bir sayısı kalmış mutfakta;
 

Buyrun tarif;

1 + 3/4 su bardağı un
125 gr tereyağı
1 yumurta akı
Yarım su bardağı toz şeker
1 Limon kabuğu rendelenmiş
1 paket vanilya ( ben koymadım)

İç harcı için;
300 gr kurutulmuş incir
2 yemek kaşığı toz şeker
1 su bardağı elma suyu
1 çay kaşığı tarçın
1 su bardağı ince çekilmiş ceviz içi

Evet tarif incirli ama ben elmalı yaptım. Gayet güzel oldu.
Kurabiye hamuru için gerekli malzemeleri derin bir kapta yoğurun. Üzerini örterek 30 dk dinlendirin.
Sonra hamurunuzu açın ve hoop sarın ve kesin. Tepsiye dizin ve 12-15 dk. 160 derece de pişirin.
Bayıldık, çıtırımsı pek güzel. Tek bir handikapi var, aynı gün içinde tüketilmeyenler, iç malzeme dolayısıyla ıslak gibi olup yumuşuyorlar.


Sonuç bizce muhteşem oldu buyrun resimler;







Bugün pilates başladı. Pek bir gergindim ama Sayın, Hakan Kolayiş sayesinde neredeyse 1-0 başladım ve gerginlik azaldı. Hem paylaştığım için hemde anlatıcının rahatlığı dolayısıyla. Üstüne sınav da  yapmadı. Üstelik sıcakta ve uykusuz olan benim de ilgimi verdiği örneklerle hep canlı tuttu. Gencecik te bir bey. Dersin adı;  Beceri Öğrenimi- Spor Psikolojisi. idi. Hepsi hayatın içinden ama toparlanmış güzel bilgiler. Sağolsunlar. Belgeyi alamasamda, aldığım bilgiler çok güzel ve yanıma kar kalacak. Taaammaammm alacağım, alacağım.

Sınıfımızda yaş ortalaması tabiki düşüktü, pırıl pırıl genç kızlar. Şansları açık olsun. Ben yaşlı kaldım. Ama geç olsun güç olmasın, değil mi.

Ada kız yuva da olacak bu iki hafta boyunca. Çok eğleniyor, akşam eve neşe ile giriyor. Hayal Çocuk evi sağolsun. Link; http://www.hayalcocukevi.com/

Ada kız ından inciler;

Balkonda yemek yiyoruz, Cem bişi istedi, ben de nazlaniyorum. Ada demez mi, haydi ''ev kadını, evkadınııııı''. Kuzum.

Bu akşam ki menu mu; köfte dürüm. Malum kurs var, yemek yok.

Kalın sağlıcakla
Sportif anne Çiğdem



9 Haziran 2012 Cumartesi

Bir film; Kan ve Aşk ( Blood and Honey) / Bir kitap ; Incir Kuşları

Merhaba,

Yaklaşık iki hafta önce Angelina Jolie nin yönettiği, yapımcılığını üstlendiği ve yazdığı, kısacası herşeyini yaptığı filmi seyrettim. Film başladı, ilk sahnede şaşırsam ve koltuğumda diken varmış gibi otursam da bir süre  filme giremedim ve sanki oyuncular iyi değil gibi geldi ( naçizane) ama 20 dakikadan sonra nerede olduğumu bile unuttum. Filmi beğendim tavsiye ederim.

Jolie'  yi,  bu cesurluğundan dolayı kutlarım.

 Photobucket

Zana Marjanovic Picture

Filmin başrol oyuncusu da 1983 yılında Sarajevo da doğmuş, Zana Marjanovic adlı bir bayan. Film de müslümanlara bazı karelerde Türk diye hakaret ediyorlar, onlar da biz Türk değiliz, Bosna lıyız diyerek cevap veriyorlar. Ki doğrusu bu.


Goran Kostic Picture

Goran Kostic te Bosna da 1971 de doğmuş. O da çok başarılıydı, bana göre.
Bu arada filmin ilk 10 dakikası size koltuğunuzda otururken gerekli rahatsızlığı hemen veriyor. Bu da başarılı bence.

Rade Serbedzija Picture
 Rode Serbedzija da bana tanıdık. Ama hangi filmden hatırlayamadım. O da eskiden Yugoslavya diye adlandırılan ülke de doğmuş. Rolü az ama oturaklı iş çıkarmıştı bence.


Aynı zaman diliminde okuduğum kitap İncir kuşları - Sinan Akyüz kitabı da aynı konuyu işliyordu. Sinan Akyüz ün  bu kitabı Piruze ye oranla kötünün iyisi konumunda.





Kitapta dokunaklı konular fazlaca. Yanıbaşımızda olan savaş hakkında, hikaye ile birlikte sorunların, olayların basit halde hap gibi yine düşük cümleler ile okuyucuya verilmesi hedeflenmiş. Tabi bazı okuyucular bu anlatım biçimine üstünkörü de diyebilirler. Anlatım yine basit ama konu ile ilgili bilginiz azsa bu hoşunuza gidebilir.  Gerçek hikayeye dayanıyor diyor ama biraz arştırma yapınca bazı isimlerin tutmadığını görüyorsunuz.

Yazım bana basit geldi, buyrun bir örnek; ''küçük buselerin ardından beni öptü.''  Ne şimdi bu, iki kelime de aynı anlamda değil mi??

Yada ince parmaklarımı piyano ya koydum gibi. Kendi kendini övmek, gerçi bu zaman zaman Nermin Bezmen de de var ama o en azından üçüncü bir kişiyi kullanıyor anlatımda.

Kitabı okurken o tarihlerde ben neler yapıyordum, insanlar nelerle uğraşıyormuş diye çok üzülüyorsunuz. O dönem Türkiye nin, orada ki müslümanlara  el altından yardımlar yaptığını biliyorum, daha doğrusu biryerlerde okumuştum ama detaylardan emin değilim. Kitapta verilen detaylar ne kadar doğru oda tartışılır.

Incir kuşu diye bir cinsi hiç duymamıştım. Meğer çok çeşidi olan güzel bir kuşmuş.
Resimler için şu link;  http://www.fotokritik.com/arama/%20%C3%87ay%C4%B1r%20%C4%B0ncir%20Ku%C5%9Fu/etiket


O dönem Ingiltere de yüzü hiç gülmeyen Yugoslav, şimdiki Bosna lı arkadaşımızı şimdi daha iyi anlayabiliyorum, o ailesi için ne kadar endişeliydi kimbilir. Ailesi o sıralar kimbilir neler neler yaşıyorlardı.

Her an hepimizin, her ülkenin başına gelebilecek olaylar dizisi. Umarım savaş hiç olmaz Dünya da.

Kalın sağlıcakla

Eleştiren anne Çiğdem





7 Haziran 2012 Perşembe

Sakıp Sabancı Müzesi - Rembrandt Çağdaşları Sergisi

Selaamm,

Yine geriden geliyoruz ama sağlık olsun.

Biz kızımla bugün sanatsal faliyetlerimizi arttırdık.
Biraz uzak oldu ama olsun. Şaziye hnm ın kızı Deniz bu yolun daha da ilerisine hergün gidip geliyor. Allah kolaylık versin.

Emirgan, Sakıp Sabancı Müzesi, Renbrandt ve Çağdaşları Sergisindeydik bugün.


Link; http://muze.sabanciuniv.edu/sayfa/guncel-sergiler

Saat 12,00 trenine binerek Haydarpaşa ya gittik oradan motor ile Karaköy e oradan otobüsle Beşiktaş a ve bir diğer otobüslede Emirgan a gittik. Çınaraltı durağında tam da müzenin giriş kapısınının karşısında indik. Saat 14,00 ü gösteriyordu. Müzeye ve resimlere hayran kaldık. Çıktığımızda saat 15,00 idi karnımızı hemen yanıbaşında ki Sütiş de doyurduk ve dönüş yolu; bu sefer otobüs, tramvay, motor ve tren. 18,00 de istasyonda tren den indik.

Araba ile gitmediğimize sevindik, otopark dolu ve yakın çevre otopark ları da dolu maalesef. Yine de çok sıcak havalarda araba ile gitmenizi ve arka tepelik, yokuş yerlere aracınızı parketmenizi önerebilirim. Hem böylece çok sakin ve sizi şaşırtacak sokak gezilerini de  programınıza dahil etmiş olursunuz.

Biz sağolsun Yaprak teyzemizin bize aldığı fırsat biletleri ile girdik. Bize bu fırsatı sağladığı için çok teşekkür ederiz.

Ammaaa eğer çocuğunuzla birlikte gidiyorsanız, ona refakat ettiğiniz için siz de ücretsiz giriyormuşssunuz. Her sergi için geçerli bir kural. Aklınızda bulunsun. Ne kadar hoş ve cezbedici bir çalışma değilmi, keşke devlet müzeleri de bu uygulamayı başlatsa.



Gidiş yolunda tren de bir ''şeytan arabası'' bulduk.  Ada epeyi bir oynadı, üfledi, yere düşürdü v.s.
Bir de yeni bir replik edindi Ada. Anne ben şimdi neyle oynayacağım.



Hergeçişimiz de çok ilgisini çeken tren. Haydi resmini çekelim bari dedim.


Motor a bindik gidiyoruz.


Tam inecekken bir hanım gelip Ada ya bu bileziği hediye etti. İçimden herhalde ücretlidir ama emrivaki yapmış olsa da alacağım dedim. Ne kadar borcumuz diye sordum;aa olur mu benim içimden geldi dedi. Yukarıda ki ve aşağıda ki bileklik. Sağolsun. Üstünde de nazar boncuğu yoktu ne iyi oldu. Siz de nazara inanırmısınız?




Atlı köşk ün, Sakıp Sabancı müzesinin girişinde ki, at heykeli. Ben heykel çok severim, benim çocukluğumda birçok yerde heykel vardı Istanbul da, şimdi maalesef yok.  Hatta geçenlerde, Maltepe deki, temizlik işçisine ait heykeli bile parçalamışlar. Ne istiyorlarsa heykelden, temizlik işçisi de yaşıyor ve hala görevinin başında üstelik.   


Ada kız müzenin içinde koşturdu, resimlere baktı. Benim göremediğim detayları gördü. Güvenlik görevlisi abilerin istisnasız hepsi çok sevdi Ada yı. Çok naziktiler, teşekkür ederiz samimi ilgilerine.


Ve müzenin hediyelik eşya ve kitap satan bölümü. Eskiden olmazdı bu tip yerler, yutdşında müze gezdiğimde hep hayıflanırdım neyse ki bizde de alası var artık. Benim gözlemlediğim kadarı ile Sadberk hanım müzesi başlatmıştı ilk. Üzerinde arapça yazılar bulunan sabunlara bayılmıştım.
Hala durur banyomda ki sabun kasesinde.

Esas komik olan, dükkanda hediyelik eşyalara bakarken, kahve fincanını düşürdüm kırdım iyimi.
Ada dedi ki ben dokunmadım, bende evet kızım benim hatam dedim ve ilgili bayana, şimdi ne yapacağız dedim. Kaç lira dedim. Sormaz olaydım; 275 Tl demez mi. Sonra da telefonla biryerle konuştuktan sonra sizden bu ücreti tahsil edeceğiz demezmi??

Ama hanımefendi, uyarı koymamışssınız, üstelik teşhir ürünü diye çamura yattım. Bir diğer hanımefendi de haklısınız dedi. O beş dakika içinde düşündüklerimi ve attığım teri siz düşünün.
Gümüş zarfı olan bir fincandı, herhalde o yüzden çok pahalı idi.  O beş dakika bitti ve hanım kızımız tamam problem yok biz karşılayacağız dedi. Ohhh çektim. Orada bulunan bayanlarda sağolsunlar, olması gereken buydu dediler. Bir alkış eksikti yani. Şükür. Tabi Ada kızın diline düştüm o ayrı.  



Bahçe ve manzara muhteşem di. Benim balkonda erken açan Yasemin ler buralarda yeni açıyor, Ihlamur bir harika. Devasa Çam ağaçları ( biliyorum, hepsi Çam diye adlandırılmıyor)  inanılmaz. Sabancı ailesini burada yaşadıkları, müze yapımına izin verdikleri ve paylaşımları için naçizane çok teşekkür ederim. Ada kız çimenler de bir aşağı bir yukarı koştu. Ana - kız buradan aşağıya yuvarlanmayı hayal ettik, yapsak mı diye gözlerimizin içine baktık. Ada kız hadi anne sen yaparsın diye gaz verdi bana ama bigünde bir heyecan yeter.



Çıkışta Sütiş ve bahçede yer yoktu. Üstelik haftaarası. Haftasonunu düşünemiyorum. Kapının önünde duran ''süt arabası'' da muhteşemdi. 


Ada kız bol taneli yarım çorba.


Ben, döner dürüm yedim.

 
Bir de bu sepetteki leziz üzümlü, cevizli, kayısılı ekmeği. Bu sepet ücretsiz miş. Paket ettirsemmi dedim ama ücretsiz olduğunu görünce yok artık dedim kendime.


Bir de vapur geçti mi şansıma.  Ohhh değmeyin keyfimize.
Dalyan da, Istanbul a dair tek özleyeceğim şey. Neyse bir maket almalıyım kendime.
( 1500-2000 Tl civarı) 

Dönüşte Ada kız otobüse dondurması ile bindi. Kabataş otobüsü denk geldi bindik. Iyi de oldu, inince tramvaya bindik ve Karaköy de inip, motorla Haydarpaşa ve ev.. Bu arada akbil doldurmak için artık heryerde makinalar var. Muhteşem.


Bir yolcu gemisi uğurlanıyordu limandan. Görüntüler çok hoştu. Ada kız la kavga ediyorduk o sırada o yüzden Ada kız keyfini çıkaramadı görüntünün. Bir saat huysuzluk etti. Sonra geçti allahtan. O ara uykusu geldi herhalde.

Yolcu gemisinin önünde çok güzel gözleri olan kocaman bir yılan resmi vardı. Aynı resimi Marmaris te dalıştan dönerken görmüştük. Aynı gemimiydi acaba?



Tren den inince, tuvalete gittik sonra da  bir kaave aldim Starbucks tan. O ara yağmur başlamış. Park hayal oldu. Ama Ada kız çok eğlendi.



Yağmurun altına gitti, sonra geri geldi. Islanmayı seiyor Ada.



Baksanıza keyfe, ayaklardan yerden kesik. Islanınca saçları düz oluyormuş. Tam tersi kızım, üstelik kıvırcık saç güzeldir. Yok ille düz saç. Komşunun çayırı meselesi yani.


Eve geldik. Ben bir kumaş pantalon giyince bende senin gibi giyeceğim dedi, tek aynı kumaş, Yıldız teyzesinin Mersin den getirdiği şalvardaydı. Bir tatlı oldu ki şalvarlı kızım. Teşekkürler Yıldız teyzesi.

Gördüğünüz gbi yağmur suyu daha bir kıvırcık yaptı saçını.


Bu da yörük kızı pozumuz.


Ben yemek hazırlarken o da özlediği odasında. Görüntü hoşuma gitti.

Gidiniz Sakıp Sabancı Müzesine. Resimler bir harika, sanki fotoğraf gibiler. Sabancı nın kendi kolleksiyonu da dönem sırası takip edilerek sıralanmış, en alt iki katta. Muhteşemdiler. Resimlerin yanında ki açıklamaları Ada kız a Ingilizce okudum. Dedimki, nasıl olsa Türkçe leri de onun için çok bir anlam teşkil etmiyor. Sonra resimlere bakarken, Ada ne güzel değil mi evler, insanlar detaylar diyince. Evet anne çok güzel, ''rich'' ''zengin'' insanlar dedin ya dedi. Kuzum benim.

Tabi ki, müzeye  bir de tek başına gitmek isterim Ama Ada kızın vizyonu için çok yararlı bir gezi oldu, tavsiye ederim.

Kısa bilgi için link; http://www.youtube.com/watch?v=G9cejHCX6Yo&feature=related

Kalın sağlıcakla.
Sanatsever anne Çiğdem